2 Mayıs 2014 Cuma

Fallik bir unsur olarak sakalın kerameti | İsmail Gezgin



Evrim teorisinin mucidi Darwin’in aklını en çok meşgul eden şeylerden birisi erkek tavus kuşunun kuyruğu idi. Görünüşte hiç bir fonksiyonu olmadığı anlaşılan bu görkemli kuyruk için tavus kuşunun niçin bu kadar müsrif davrandığını anlaması Darwin’in yıllarını almıştı.

Büyük bir enerji gerektiren bu devasa kuyruk, tavus kuşunun hayatta kalmasına bir katkı sağlamadığı gibi bedeni hantallaştırıp canını tehlikeye atacak bir yük olarak görünmüştü. Bu hantal özelliği tavus kuşu niçin günümüze kadar taşımış anlaması zordu. Sonunda Darwin bu zor bilmecenin yanıtını bulmuştu. Erkek tavus kuşunun hantal ve maliyeti yüksek kuyruğu, onun eş bulmasında ve dolayısıyla genlerini geleceğe taşımasında çok önemli bir fonksiyon yükleniyordu. Bu keşif Darwin’in yeni bir kavramı ortaya atmasını sağlamıştı. Bu kavram uzun yıllar tartışılacak olan Cinsel Seçilim’dir. Buna göre, tavus kuşu örneğinde olduğu gibi fonksiyonsuz ve maliyeti yüksek görünen kimi özellikler eş bulma rekabetinde seçilme şansını artırabilmektedir. Bu özelliklerin bedende oluşturdukları olumsuzluklar, eş bulmada yarattığı avantajların yanında önemsiz kalabilmektedir.

Asa kimdeyse Musa odur


Antik Yunan kültüründe 30 yaşını aşmış, yurttaşlık hakkını taşıyan erkeklerin en önemli iki simgesinden biri ellerinde taşıdıkları asalar ve diğeri ise sakallı olmalarıdır. Eski Yunan sanatında bu iki simgeyle betimlenen erkeklerin ayrıcalıkları ve sahip oldukları statüko da vurgulanmış oluyordu. Çünkü onlar için sakal erkekler dünyasına girişin en temel koşulu idi. Sakal bir erginlenme sembolüydü. Genç delikanlılar sakalları çıkana kadar erkek kabul edilmezlerdi. Bu nedenle de bu kadim dünyada erastes (sakallı, olgun erkek) veeromenos (genç delikanlı) ilişkisi toplumsal kabul görmüş bir gelenek idi. Yurttaşlık hakkına sahip sakallı erkekler, genç delikanlılar arasından kendilerine çıraklar seçiyor ve onlara erkeklik dersi verip erilleştiriyorlardı. Bu onların yurttaşlık sorumluluğuydu. İlişkinin sınırını belirleyen şey ise sakallardı. Delikanlının sakalı çıkmaya başladığı andan itibaren erkekler dünyasına adım atmaya hak kazanmış kabul edilir, edilginlikten kurtulup etkin bir pozisyona yükselirdi.

Hadrianus ve Antinous

Bu ilişki türünün en ilginç örneklerinden biri Roma İmparatoru Hadrianus ve onun genç sevgilisi Antinous arasında yaşanandır. Antinous sakalları çıkmaya başladığında çok sevdiği Hadrianus’tan ayrılma vaktinin geldiğini anlayınca bedenini Mısır’daki Nil Nehri’nin sularına bırakarak intihar etmişti. Bu duruma çok üzülen Hadrianus, çok sevdiği bu genç adamı tanrı ilan etmiş ve adına tapınaklar yaptırıp kült tahsis etmişti.


Sel Yayıncılık geçtiğimiz günlerde Allan Peterkin tarafından kaleme alınmış, Zarife Biliz’in Türkçeleştirdiği Sakalın Kültür Tarihi kitabını yayımladı. Oldukça kolay okunan ve mizahi bir dille kaleme alınmış bu kitap, sakalın zaman içerisinde nasıl algılandığını örnekleriyle açıklamaktadır. İktidarın beden üzerindeki tahakkümünde en fazla müdahale alanlarından birisi sakal olmuştur. Bu nedenle de sakal sık sık yasaklanan, kesilmesi zorunlu olan bir şey haline gelmiştir. Örneğin, 1535 yılında kendisi alabildiğine sakallı olan VIII. Henry, diğerlerinin sakal bırakmasına bozularak sakalı yasaklama yoluna gitmişti. Sakal bırakmak isteyen bedelini ödemek, vergisini vermek zorundaydı. Bir başka örnekte ise beğendiği bir hanımın, sakalında sümük görmesi üzerine Rus Çarı B. Pedro, sakalından nefret etmiş ve sakallılar için ağır vergiler çıkarmıştı. Petersburg’ta yaşayan, soylular, tüccarlar ve diğer sakallılar yıllık 100 ruble vergi ödemek zorundaydılar.

Öte yandan sakalın yüzü koruduğuna, doğa koşullarına karşı bir direnç yarattığına inanılan dönemler de olmuştu. 19. yüzyılda sakalı kesmenin bronşit, boğaz ağrısı ve diş rahatsızlıklarına sebep olduğuna inananlar bulunmaktaydı.


Sakallı Kadınlar

Sakalla birlikte tıraşın tarihini de aktaran kitabında Allan Peterkin, sakallı kadınları da konu etmişti. Kimi durumlarda Mısır kraliçelerinin takma sakallar takınarak bazı ritüeller gerçekleştirdikleri bilinirken, tarihte sakalları ile ünlenmiş birçok kadına örnekler de verilmektedir. Anadolu’da bilinen örneklerden birisi Azize Onouphrios’tur. Güzelliği yüzünden erkeklerin yoğun ilgisine mazhar olan bu azize, günah işlememek için Tanrıya dua etmiş ve yardım istemişti. Duası kabul olan Onouphrios’un öyle gür sakalları çıkmıştı ki kısa sürede bedeninin güzelliğini kapatmış azizeyi günahtan kurtarmıştı.



Sakalın siyasi ve ideolojik bir simge gibi algılandığı günümüzde, bu tartışmalara tarihsel bir derinlik kazandıracak bir çalışmaya imza atmış Peterkin.

İsmail Gezgin – edebiyathaber.net (20 Şubat 2014)

29 Nisan 2014 Salı

Likantropi: İnsanlık Tarihi Kadar Eski Bir Fenomen

Başak Karagöz

LikantropiLikantropi terimi, ilk kullanılışı 1584’e dayandırılan ve kurt anlamındaki lykos ile adam anlamındaki anthropos sözcüklerinin birleştirilmesinden oluşan Yunanca lykanthropia’dan dilimize geçmiştir (İng.; lycanthropy). 1830’lardan sonra ise terim bugünkü içeriğini kazanmaya başlamış ve psikopatolojinin özel bir türüne gönderme yapmak için kullanılmaya başlanmıştır. Bugün terim genel olarak, kişinin kurt adam olduğuna ilişkin sanrısını karşılamaktadır, kişinin kendisini ve başkalarını kurt ya da başka bir hayvan şekline büründürebileceğine inanmasını içerip içermediği de tartışılmaktadır (Bénézech ve Chapenoire, 2005; Garlipp ve ark., 2004; Nejad, 2007).
İnsanoğlunun tarihsel öyküsüne bakıldığında insanların kurda ya da başka bir hayvana dönüşmesi temasının hem köklü hem de evrensel bir nitelik taşıdığı görülebilir. Başka bir yaratığa dönüşen insanlarla ilgili anlatılanların kökeni Antik Çağa kadar uzanır. Eski Yunan’daki kurtadam öyküleri Olympos tanrılarıyla iç içe geçmiştir. Kurtların bol olduğu Arkadia’daki Kurt-Zeus kültü bunu doğrular niteliktedir. Bir efsaneye göre her yıl Lykaios Dağında düzenlenen şölende, rahipler içinde insan etinin de bulunduğu bir kurban yemeği sunar ve bu etten tadanlar kurda dönüşür, dokuz yıl boyunca insan etinden uzak durmadıkça da yeniden insan biçimine dönemezlerdi. Benzeri bir inanç Romalılar arasında da yaygındı. Tılsımlı sözler ya da otlar yardımıyla kurda dönüştürülmüş kişilerin varlığına inanılırdı. İnsanların dönüştüğüne inanılan hayvanlar sadece kurtlarla da sınırlı değildi. Genellikle anlatılarda, dönüşüldüğüne inanılan hayvan içinde yaşanılan çevrenin en tehlikeli yırtıcı hayvanı olurdu. Bu hayvan, örneğin; Avrupa’da ya da Kuzey Asya’da kurt ya da ayı, Afrika’da sırtlan ya da pars, Asya’nın Hindistan, Çin, Japonya gibi bölgelerinde ise kaplandı. (Goetz ve ark., 1989).
Ortaçağda, özellikle 16. yüzyılda Fransa’da kurtadam öyküleri yaygınlık kazandı, kurtadam olduğundan şüphelenilen kişiler suçlu bulunduklarında diri diri yakıldı ve hatta Yargıç Henri Boguet tarafından 1590 yılında bu konuyla ilgili olarak “Discours des Sorciers” adında vaka anlatımlarını da içeren “bilimsel” bir çalışma yayınlandı (Hirsch, 2006).
Medikal literatüründe likantropi ilk olarak, Sideli Marcellus tarafından MS 2. yüzyılda tanımlandı. 16. ve 17. yüzyıllarda ise -aydınlanma çağına kadar- doğal bir afetin alameti, şeytanın ya da cadıların etkisiyle gerçekleşen bir fenomen olduğu düşünüldü ve toksik maddelerden kaynaklanıp kaynaklanmadığı tartışıldı (Garlipp ve ark., 2004). Aydınlanma çağıyla beraber ise bilimsel bir bakış açısıyla tekrar ele alınmaya başlandı.
İnsandan hayvana doğru başkalaşıma dair inançların normal olan ile patolojik olan arasındaki bir spektrumda sıralandığı savunulmaktadır (Silva ve Leong, 2005). Buna göre, likantropik semptomatoloji, gelişimsel ve kültüre dayalı normal davranışların bazı formlarının bir spektrumunu betimler. Gelişim sürecine bakıldığında davranışın likantropik örüntüleri normalitenin psikolojik değişimleri olarak görülebilir (Garlipp ve ark., 2004). Bir çocuğun kendine kurguladığı oyun dünyası içinde kurt olduğunu imgelemesi ve buna uygun davranışlar sergilemesi gibi.
Bunun yanı sıra, likantropinin psikopatolojik olarak tanımı kültürel bağlama dayanmaktadır. İlkel ya da kabile kültürünü yaşatan toplumlarda bir kişinin herhangi bir hayvana dönüşebildiğini iddia etmesi, o kişinin ‘şaman’ olarak nitelendirilebilmesine neden olurken batı toplumlarında aynı kişinin psikiyatrik bir rahatsızlığa sahip olduğu düşünülmektedir (Bobrow, 2003).
Likantropi, genel olarak bir hayvana dönüşebildiğini iddia etme ve hayvan benzeri davranışlar sergileme ile karakterize olur. Ancak bu ikisinin bir arada ve aynı anda gözlenmesi şart değildir. Keck (1988) bu fenomenin sadece kişinin öznel duyumsamasını söze dökmesine bağlı olarak değil, dışarıdan açıkça gözlenebilen hayvan benzeri davranışların yarattığı klinik izlenime bağlı olarak da tanımlanabileceğini savunmaktadır.
Likantropik sendromlar sıklıkla şizofrenide, affektif bozukluklarda, psikozlarda, psikotropik maddelerin kullanımına ve alkolün kötüye kullanımına bağlı olarak gözlenir. Başkalaşımın uzunluğu genelde kısadır; semptomlar bir hafta içinde neredeyse bütünüyle kendini gösterir. Endüstrileşmemiş ve izole kırsal bölgelerde yaşayan insanlar likantropik semptomları sergilemeye daha yatkınlardır. Diğer hızlandırıcı faktörler ise bilinçaltı cinsel çatışmalarmış gibi görünmektedir (Garlipp ve ark., 2004; Keck ve ark., 1988).
Psikopatolojik terminolojide likantropi fenomeni; depersonalizasyon, benlik organizasyonun bozulması, abartılmış düşünce ya da hipokondriya olarak anlaşılabilir. Likantropi, belirli bir hastalığa özgü olmayan fakat çoğunlukla affektif ve şizofrenik psikozlarda görülen bir çeşit sanrısal (delüzyonal) semptom olarak da yorumlanmıştır. Bu yoruma göre likantropi, Scharfetter tarafından tanımlanan benlik kimliği bozukluğunun (self-identity disorder) bir parçası olarak sanrısal (delüzyonal) bir başkalaşım olarak ele alınır. Scharfetter, likantropi terimini kullanmasa da benlik kimliği bozukluğunu tarifl erken sanrısal (delüzyonal) başkalaşım geçirerek hayvana dönüştüğüne inanmaya bu rahatsızlığın bir uzantısı olarak rastlanabileceğini söylemiştir (akt., Garlipp ve ark., 2004).
Jaspers ise semptomların kültürel bağlam tarafından belirlendiğini savunmuş; şeytan tarafından ‘delirtilme’ inancını hatırlatmış ve likantropiyi histerik bir fenomen olarak değerlendirmiştir. Koehler de likantropik deneyimin herhangi bir spesifik semptomu karakterize etmediği düşüncesine dayanarak bu görüşü desteklemiştir (akt., Garlipp ve ark., 2004). Bazı araştırmacılar ise vaka raporlarına dayanarak içselleştirilmiş duyguların, savunmanın özgün stratejilerini ağır bir yenilgiye uğratmasıyla, ‘tuhaf ve kaotik cinselliğin’ likantropi olarak açığa vurulabileceğini söylemektedirler(Garlipp ve ark., 2004; Nejad, 2007). Bu araştırmacılar ayrıca hastalarında şefkate ve ilgiye karşı yüksek bir ihtiyaçla kombine olan kayda değer bir aşağılık kompleksi de gözlemlemişlerdir.
Başka bir psikanalitik yorum ise suçluluk duygularını engellemek için ilkel id güdülerinin hayvani bir yolla dışsallaştırması yönündedir (Nejad, 2007). Garlipp ve arkadaşları (2004), likantropiyi benlik kimliği bozukluğundaki sanrısal (delüzyonal) bir deneyim olarak ele almanın doğru bir yaklaşım olacağını savunmaktadırlar. Buna göre hastaların bilinçaltı çatışmaları, hayvan seçimi ve ilişkin duygusal deneyimle sembolize ediliyor olabilir. Semptomatoloji de erken çocukluktaki gelişimsel bir döneme regresyon olarak yorumlanabilir.
Son zamanlarda, giderek çoğalan kanıtların işaret ettiği gibi, sanrısal (delüzyonal) yanlış tanımlamaların ve belleğin nöropsikiyatrik anormalliklerinin ortaya çıktığı pek çok durum duygusal (afektif) ve/veya görsel süreçleri içermektedir, bu nedenle likantropinin nöropsikiyatrik bir temelde anlaşılabileceği de önerilmektedir (Silva ve Leong, 2005).
Görünen o ki, klinik likantropi fenomeni hem psikopatolojik hem de nöropsikiyatrik faktörlerin ötesine geçmektedir. Likantropinin en uygun bütünleşik açıklamasına ulaşabilmek için; hem normal davranışlar hem de psikopatoloji alanında biyolojik, psikolojik ve sosyal çevrenin katkılarının göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Kaynaklar
Bénézech, M., Chapenoire, S. ve Segalen, V. (2005). Lycanthropy: Wolf-men and werewolves. Acta Psychiatr Scand, 111, 79.
Bobrow, R. S. (2003). Paranormal phenomena in the medical literature suffi cent smoke to warrant a search for fire. Medical Hypotheses, 60(6), 864-868.
Garlipp, P., Gödecke-Koch, T., Dietrich, D. E. ve Haltenhof, H. (2004). Lycanthropy- psychopathological and psychodynamical aspects. Acta Psychiatr Scand, 109, 19-22.
Goetz, W. P., Kağıtçıbaşı, Ç., Mango A., Tekeli, İ. ve Yalman, N. (1989). Kurtadam hastalığı. Ana Britannica genel kültür ansiklopedisi (cilt 14) içinde (83). İstanbul: Ana Yayıncılık.
Harper, D. (Kasım, 2001). Online etymology dictionary. 6 Mart 2008, http://www.etymonline.com/index
Hirsch, B. D. (2006). Werewolves and severed hands: webster’s the duchess of malfi and heywood and Brome’s the witches of lancanshire. Notes and Queries, 53, 92-94.
Keck, P. E., Pope, H. G., Hudson, J. I., Mcelroy, S. L., Kulick, A. R. (1988). Lycanthropy: alive and well in the twentieth century. Psychol Med, 18, 113-120.
Nejad, A. G. (2007). Belief in transforming another person into a wolf: Could be a variant of lycanthropy?Acta Psychiatr Scand, 115, 159-161.
Silva, J. A. ve Leong, G. B. (2005). Lycanthropy anddelusional misidentifi cation. Acta Psychiatr Scand, 111, 162.
Bu yazı PiVOLKA'nın basılı sürümüyle aynıdır. Kaynak göstermek için:Karagöz, B. (2011). Likantropi: İnsanlık tarihi kadar eski bir fenomen. PiVOLKA, 20(6), 14-15.

http://www.elyadal.org/index.html

Delilik, Bakırköy ve “İnilti” | Halil Emrah Macit





Psikiyatrinin şu an için farmakoterapi ve EKT (Elektrokonvülsif Tedavi) gibi yöntemlerle çözüm aradığı ruhsal davranış bozuklukları bazen kişinin gündelik işlerini yapmasına engel olacak boyutlara varıyorsa o zaman tıp bilimi sizinle ciddi olarak ilgilenmeye başlıyor, ötesi birkaç seans psikoterapi ve basit antidepresanlarla geçiştirilen rutin sağlık durumlarını kapsıyor. Ama iktidar kavramı sizinle ilgilenmeye başladığı andan itibaren artık bir sağlık sorunu taşıyan kişi olarak değil kamusal alanın dışına itilmesi gereken bir “deli” olup çıkıyorsunuz.

Fransız yazar ve filozof Simone de Beauvoir; “Sizin tek çılgınlığınız, kendinizi deli sanmanız.” derken, günümüzün psikiyatri kurumunun çaresizliğini ve davranış bozukluğu olan kişileri “deneklere” dönüştüren akıl hastanelerini düşünerek etmemişti belki bu sözünü. O, deliliği geçerli mantıksal eşikleri aştıktan sonra rasyonel yüklerinden kurtulan bir tür metafiziki yükselme gibi ele alan şair ve filozoflara daha yakın sanırım.

Tarih ve toplum deliliği, bir türlü nereye koyacağını bilememiştir. Ortaçağ’ın engizisyonlarından günümüzün kurumlarına deliler, içlerine şeytan girmiş, yakılması ve toplumdan izole edilmesi gereken varlıklar olarak, bazen mahallenin neşe kaynağı, kimi zaman da gizemli ve uhrevi varlıklar olarak şekilden şekle girmiştir kamusal olanın gözünde. Ama Foucault gibi bazı filozoflar da çıkıp asıl “deli” olanın, kimin “deli” olduğuna karar veren mekanizma olduğunu işaret ederek tartışmayı daha farklı boyutlara taşımıştır.

Zaten edebiyat ve sanat tarihinde de durumu “şüpheli” bazı yazarlar ve sanatçılar, ancak geçerli rasyonel evrenin ve mantıksal eşiğin ötesine geçerek eserlerini üretebilmiştir, diye bir tanım yaparsak eğer, gerçeküstücülüğün sınırlarını zorlayan şairlerden tutun da kurallarıyla ve emirleriyle kamusalın gerçekliğine meydan okuyan birçok “sıradışı” sanatçının ve filozofun da adını saymamız gerekecektir. Bu bağlamda aslında herkesin biraz “delilik” potansiyeli taşıdığını söylemek, evrensel bir delilik tarifine ulaşmada belki işimizi kolaylaştırabilir. Ama rasyonel aklın iplerinden boşanmış bir zihnin neler yapabileceğini ise tarih bize bazen iyi bazen kötü örnekleriyle sunduğu için biz şimdilik iyi ve sıradışı olan örneklerle ilgileneceğiz.

1961-1964 yılları arasında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde personel eğitimi için Milli Eğitim Bakanlığı’nca görevlendirilmiş olan öğretmen Bedia Tuncer, hastalarla yakın ilişkiler kuruyor, kimi zaman onların dert ortağı oluyor. Bu hastalar arasında şiir yazan filozof ve şair duyarlılığına sahip insanları da tanıma fırsatı buluyor. Ve bir süre sonra hastaların şiirlerinden derlediği şiirlerle bir kitap oluşturuyor ve bu kitap 1964 senesinde Matbaa Teknisyenleri Basımevi tarafından İstanbul’da “İnilti” adıyla basılıyor. Çok ilginç ayrıntılardan biriyse, ’64 yılında basılan bu kitapta yer alan “Çöpçüler” adlı şiirin 1985 yılında Erkin Koray’ın uzunçalarında yer verdiği “Çöpçüler” adlı şarkısıyla aynı sözleri taşıyor olması. “İnilti” kitabında basılan şiire düşülen dipnota göre, 33-b servisinden N.C. rumuzlu bu hastanın bu şiiri 1963’te yazılmış.

Özellikle günde 16 paket sigara içen ve Bakırköy’de kaldığı onlarca yıl Üsküdar’a gidemeyen ve bir gün bu utkusunu gerçekleştirmek için firar edip Üsküdar’a gitmek üzereyken yolda trafik kazası geçip ölen ve Üsküdar’a gidemeden arkasında yüzlerce şiir ve Üsküdar İskelesi gibi bir eseri bırakan esrarengiz adamın durumuna ise hiç girmiyorum.

“Sende geçti ömrümün neredeyse kırk senesi. Seni nasıl unuturum Üsküdar İskelesi. Bende bir bitmeyen İstanbul hasreti var. Aklımda İstanbul, her zaman Üsküdar.”

Gel zaman git zaman, 2011 yılında Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi adına bir doktor ve bir müzisyenin eşliğinde bu kitaptan seçilen ve bazı besteleri de hastalar tarafından yapılmış şiirler, Teoman, Betül Demir, Demet Sağıroğlu, Soner Arıca, Ahmet Özhan, Mercan&Rashit gibi sanatçılar tarafından seslendirilerek “Düşünen Şarkılar” adlı albümde toplanıyor ve piyasaya sürülüyor.

Albümde Çankaya, Üsküdar İskelesi, Hasret, Elektrik Şok gibi nefis lezzetli ve her biri ayrı bir hikâyeyi taşıyan şarkılar yer alıyor. Özellikle Teoman’ın seslendirdiği “Necip” adlı şarkının sözlerini okuduğunuzda bir an Edip Cansever’in Ruhi Bey’i ile karşılaşabilirsiniz.

“Dolaşırsın sahillerde yapayalnız hayalinle. Dünyaya geldiğine pişman olma elbette. Necip, beni dinle.”

Beat kuşağı yazarlarının “Cut-up” tekniğiyle yazdığı kakofonik şiirler gibi yazılan serbest çağrışım ürünü anlamsız metinler benim daha çok ilgimi çekiyor. Özellikle Rimbaud gibi sembolistlerin, Comte de Lautréamont gibi sürrealistlerin şiirlerinde işaret edilenin aslında hangi anlama denk geldiğini asla kestiremeyişimiz gibi, davranış bozukluğu yaşayan şairlerin yarattığı eserlerin de asla gerçekte neye değdiğini bilemeyeceğiz. Ama “İnilti” kitabında not düşüldüğü üzere bütün şiirlerde yaşanmış gerçek bir hikâye yatıyor. Hoş Aristo’nun tarifiyle bir sanat eserinin bizi ne kadar heyecanlandırıyorsa sırf bunun için o kadar tehlikeli olması gibi, tehlikeli şair ve düşünürlerin ömrüne bereket bu tehlikeli işlere işte gerçek sanat demek istiyorum.

Yukarıda delilik ile ilgili yapılan geniş girizgâhı tekrar okumak gerekirse yine Bakırköy’de yatmış ve şiirleri kitapta yer alan ve bir şiiri de albümde yer alan 24-A servisinden R.G.Ö.’nün şu sözlerinde de gizli kendini ele veren bir delilik tanımı var: “Aşkımın şiddetinden koptu gönlümün freni, doktor beni sanıyor hâlâ şizofreni.”

Hastaların karmaşık anlam dünyalarını ve şifrelerini çözmek için tıbbın biraz daha yol katetmesi gerektiğine inanıyorum. Bu açıdan kendi dünyalarında mutlu olan deliler, yine kendi dünyalarındaki varoluşlarıyla ele alındığında en anlamlı hale geliyor. R.G.Ö.’nün bir başka şiirinde de dediği gibi: “Dertliyim, derdimi anlamaz herkes. Sırrını söylemez her ruha ruhum!”

Halil Emrah Macit – edebiyathaber.net (11 Ekim 2013)

- See more at: http://www.edebiyathaber.net/delilik-bakirkoy-ve-inilti-halil-emrah-macit/#sthash.t2FiPW2g.dpuf